ÖĞR. GÖR. OSMAN UTKAN

-YENİ- ÇOCUKLARIMIZI NASIL KORUMALIYIZ?

ÇOCUKLARIMIZI NASIL KORUMALIYIZ?

Fatih’te surlarda işlenen korkunç cinayetten sonra çok yazılıp çizildi. Görünen o ki daha da bu konularda sözler söylenmeye devam edilecek gibi duruyor. Konuya ilişkin geçenlerde kaleme aldığım yazıda çocuklarımızı her ne pahasına olursa olsun korumamız gerektiğini dile getirmiştim. Bu aşamada “İyi hoş da ne edelim, nasıl edelim ki bu çocukları örgütlü kötülüklerden koruyalım?” sorusunun da cevaplanması önem arz ediyor.

Bütün suçların ortaya çıkmasında olduğu gibi çocuklarımızın ve gençlerimizin işlediği suçlarda da kişinin yetiştirilme tarzının önemli bir paya sahip olduğunu düşünenlerdenim.  Bu durumu Yeni Şafak Yazarı Gökhan Özcan şöyle dile getirmektedir: “Deyim yerindeyse ‘çocukların’, içlerinde böylesine ölçüsüz bir nefret taşıyor olmaları, bu kadar ağır suçlara bu kadar kolay yönelebilmeleri; biz yetişkinlerin onların yetişme süreçleriyle ilgili vahim yanlışlar içinde olduğumuzun da göstergesi aslında. Nefretin bu kadar öne çıktığı bir toplumsal kültürün, sevgi inşa etme konusunda çuvallamış olduğunu kabul etmek gerekir.”

Buradan yola çıkarak birkaç hususa vurgu yapmakta yarar vardır. Dile getirmesem kendimi suçlu hissedeceğim hususlar bunlar. Ki bunlar, ortalama bir Türk ailesinde hepimizin yaşadığı ya da yaşaması potansiyel şeyler olduğunun altını çizmek istiyorum.

Aile yapımızdaki son yıllarda yaşanan değişim ve dönüşümle birlikte babanın rolü oldukça azaldı. Baba artık evde otoritesi olan birey olmaktan çıkmıştır. Annelerimiz ise her ne kadar evin içerisinde ipleri ellerinde tutsalar dahi, hiçbir zaman bir babanın yerini alamayacaklardır. Baba evin içerisinde zayıf bir figür olarak sözünün esamesi okunmaz hale gelmiştir. Modern dünyada evin velisi olması beklenen babanın bütün apoletleri sökülmüştür. Bu durum çocukların yetişmesinde ve gelişiminde oldukça büyük bir zafiyet oluşturmaktadır. Bunu on yılların sonunda yaşadığımız acı tecrübelerden yola çıkarak gayet rahat ifade edebiliyoruz.

Bundan yirmi ya da otuz yıl önce çocuklara müdahale edilirken bazen kantarın topuzu kaçabiliyordu. Haliyle bazen istenmeyen şeyler de yaşanabilmekteydi. Sonra belli bazı çevreler, bir ağızdan  “çocuklara karışmayın” dediler bize. Günümüzde hala babalar çocukları uyaracak olsa anneler “psikolojisi bozulur” diyerek çocuklara ve ergenlere karışılmasını engellediler ve engellemeye devam ediyor.

Ben de bir iletişim bilimci olarak çocuklarla iletişim konularını anlatırken ne yazık ki bu hataya düştüm. Yıllardır “çocuklarımızla arkadaş olalım, onlarla nezaketle ve kırmadan iletişim kuralım” dedim. Ama yaşanan korkunç cinayetler ve çocuklarımızın içine düştükleri kötülükleri gördükten sonra tavrım büyük ölçüde değişti.  Artık çocuklarımızın eskiden olduğu gibi sert bir biçimde değil ama kontrollü olarak bir otorite sağlamamız gerektiğini düşünüyorum.

‘Özgürlük’ adı altında çocuklarımızı kendi haline bırakamayız. Onlara yönelik yapacağımız bazı kontrollü sınırlamalar aslında onları korumak içindir. Aslında onların iyiliği için bunu yapmak durumundayız. Nihayetinde hiç kimse çocuğunun kötülüğünü istemez. Onların başına belaların ve musibetlerin gelmesini istemez. Bundan dolayı ebeveynler, hayatta edikleri tecrübelerden yola çıkarak, çocuklarını uyarmalarından daha doğal bir şey yoktur. Çünkü biliriz ki büyüklerimiz dağın ardını görebilen kişilerdir. Bazen çocukların aynada göremediklerini düz duvarda gören kişiler, anne ve babalardır.

Bu konuda Hz Mevlana’nın şu örneği bize ışık olabilir. Diyelim ki bir çocuk okula gitmek istemiyor. Ancak veliler onları ne eder ne yapar yine de okula gönderir. Çünkü anne ve babalar, eğitimin çocuk için ne kadar hayati bir olgu olduğunu çok iyi bilir. Aslında hayatın büyük bir kısmı bunun gibidir. Bazen çocuklar, ergenler ve gençler bazı iyi şeyleri ısrarla istemeyebilir. Ama biz onların iyiliğine olanı tercih etmek zorunda kalırız. Onlara ve onların direnç göstermelerine rağmen bu iş böyledir.

Olayı biraz daha ileriye taşımak istiyorum. On yıllardır şiddetle reddettiğimiz “Dayak cennetten çıkmıştır.” ya da “Kızını dövmeyen dizini döver.” ve yahut “Kızı kendi haline bırakırsan ya davulcuya ya zurnacıya kaçar.” gibi ataların sözlerini bu bağlamda tekrardan uzun uzun düşündüm. Şiddetin her türlüsünü reddederek ve bunu erkek kadın ayırmaksızın çocuklarımızı kontrollü ve sıkı bir şekilde takibe alalım, diyorum.  

Çocuklarımız kimlerle takılıyor? İnternetin dehlizlerinde nelerle meşgul olmaktadır? Bağımlılıkları var mı?  Ceplerinde ve çekmecelerinde sakıncalı şeyler saklıyor mu? Hatta neler okuyorlar neler yazıyorlar? Sosyal medyada ne işlerle uğraşıyor ve hangi kesimlerle takılıyorlar? Bu ve benzeri soruları kendimize sorarak çocuklarımızı kötülük şebekelerinden korumamız boynumuzun borcudur.

Çocuklarımızın, bazen onları uyarılarımız ya da engellemelerimiz karşısında sıkılmaları veya üzülmeleri hatta psikolojilerinin az biraz olumsuz etkilenmesi; onların tacize ve tecavüze uğramasından, yaralanmasından ya da –Allah korusun- ölmesinden daha iyidir.

 

Henüz Yorum yok

İlk yorumu siz yazın.

Yorum Bırakın

E-Mail adresiniz yayınlanmaz.







Yazarın Diğer Makaleleri