HAŞİM AKIN
GÜNEŞ GÖZLÜĞÜ
GÜNEŞ GÖZLÜĞÜ
Bugün önemli bir şirket toplantısındaydı. Yeni kurmayı planladıkları fabrika ile ilgili hazırlıklar vardı masada. Öğleden sonra babası da katılacaktı. Tanımadığı bir numara birkaç kez aradı. Her defasında meşgule aldı. Böylesi önemli işlerin arasında aranmak, meşgul edilmek hiç de hoşuna gitmezdi. Sonra babası aradı. İçinde anlayamadığı bir gariplikle açtı. Karşısında tanımadığı yabancı bir ses vardı. “Babanız bir kaza geçirmiş. Size ömürler efendim. Biz onu şehir Hastanesi'ne götürüyoruz. Siz de oraya gelin” deyip kapattı.
“Babanız kaza geçirmiş size ömürler…” nasıl da soğuk bir cümle. Babanın mirası günahıyla sevabıyla çocuğa kalırdı da ömrü de mi ona kalırdı? Babası ölünce neden çocuğuna ömür dilenirdi? Anlayamadı ama odanın içinde birkaç tur attı. Toplantıda bulunan diğer elemanlar da bir şey soramadı. Soramasalar da yüz rengi ve hareketlerinden kötü bir durumun varlığını anladılar.
Nihayet sessizliğini bozdu ve “babam kaza geçirmiş, hem de ölmüş” diye bağırdı. Apar topar hazırlandılar. Hastaneye vardıklarında cenazenin morga kaldırıldığını öğrendiler. Bugüne ait birçok planları vardı. Hesaplar yapılmış ve hayaller sıralanmıştı. Yeni kurulacak fabrika, alacak verecekler, ihracat işleri… Dünya durmadan çağırıyordu. Bunca rakibin arasında anlık beklemeye gelmiyordu. Mesela babası yeni aldığı arabasıyla şöyle bir tur atacak, akşamüzeri ailecek bu jeepe binip beraberce yemeğe gideceklerdi. Daha ne çok hayalleri vardı. Ah bu dünya! Ne çok hayaller sığıyor, ne çok umutlar besleniyordu. İpe dizsen ip yetmezdi bu hayaller için. Ama beklenmeden ve aniden gelen ölüm her şeyi bitiriyordu. Gerçi her ölüm habersiz, beklenmedik ve erkence gelirdi ama. Bugün de öyle oldu.
Babası için mezar yeri hazırlanacaktı. Birden boğazına garip bir düğüm çöktü. Geçen hafta aile mezarlığı alma konusu gündeme gelmişti de hepsi birden elleriyle kulaklarını tutmuş ve en yakın tahtaya vurarak “Allah korusun. Ölmek ve ölümü gündeme almak için çok erken” demişlerdi. Hayatı veren, ölümü tattıran Allah, neden onu ölümden koruyacaktı? Ona ebedi olma garantisini kim vermişti ki?
Bunun için belediyenin ilgili birimine müracaat edilecekti. Hemen elemanlarından birini gönderdi. Ona sıkı sıkı da tembih etti “mezar yerinin manzarası güzel olsun. Mevkiine bak, komşularına dikkat et!” Benzeri birçok isteği vardı. Babasının mezarı hayatındaki gibi özel olmalıydı. Zira o bu işlere çok önem verirdi.
Sonra morgdaki görevlilere “başka bir eksik var mı?” diye sordu. “Bir paket kefen getirmelisiniz” dediler. Sanki ilk kez duyuyor gibiydi. Unutmamak için not aldı. Karşıda bir dükkânda “kefen bulunur” yazıyordu. Çok aramasına gerek kalmayacaktı. İçeriye hızla girdi. Adam, “Buyur delikanlı” diye mütebessim bir çehreyle karşıladı. “Babam için bir kefen alacaktım. Ama en iyisi olsun” dedi. Adam karşısındakinin kalbini okumuşçasına “bizim kefenlerimizin hepsi iyidir delikanlı” dedi. Bizimki dayanamadı “Birkaç farklı çeşidiniz varsa görebilir miyim? Ben seçmek istiyorum.” Adam muzipçe bir gülümsemeyle, “göstereyim ama sen mi kullanacaksın?” diye taşı yuvarladı. Sanki kalbine bir hançer saplanmıştı. Eliyle kulağını tuttu ve adamın masasına vurup “Allah korusun amca! Babam için lazım dedim ya…”
Muhtemelen bu tip durumlarla çok karşılaşıyor olmalı ki “kefeni baban kullanacaksa neden sen seçiyorsun ki evladım?” Demekten de kendini alamadı. “Biz de bir kadın bir de erkek kefeni olur. Zengin –fakir, patron- işçi, ağa - gariban aynı kefeni kullanır. Artık bundan sonra fark kalmaz evladım” dedi. Eline bir takım kefen tutuşturdu. Paketi elinde evirip çevirdi, sağına soluna baktı “herkesin kullandığı kefen aynı ha!” diye mırıldandı hayretle. Herkesin aynı kefeni kullanacak olması hem garibine hem de ağrına gitmişti.
Oradan çıktı ve kefeni teslim etti. Biraz sonra tabutun içinde babasını teslim ettiler. Herkes “cenazeyi alın, cenazeyi tutun, mevtayı taşıyın” diyordu. “Neler oluyor böyle? Babamın adı da mı kalmadı?” diye iç geçirdi. Bugün fark etti ki bir insan ölünce önce adını kaybedermiş. Önce adı sıradanlaşır ve “cenaze” olurmuş. İşte herkes gibi… Sıradan her insan gibi…
Hanımını arayıp durumu bildirdiğinde cenaze namazı için hazırlıklı gelmesini istemişti. “Ne getirebilirim ki?” diye sorunca “Bugün hava çok güneşli olmadığı için güneş gözlüğümü yanıma almamıştım. Evde kaldı. Lütfen onu getir” dedi. Kadın garip bir ses tonuyla sordu; “Hava güneşli değilse güneş gözlüğünü ne yapacaksın? Şimdi niçin bu kadar önemli?” Tüm bu acıların içinde sanki ilk kez gülümseyeceği bir cümle duymuştu; “Sen bilmiyorsun ama cenaze namazına güneş gözlüğü ile katılmak gerekiyormuş. Tamam, ben de çok bulunmadım ama şimdiye kadar gördüklerim hep böyleydi. Zorunlu gibi sanki…”
Telefonun ucunda eşinin yüzü nasıl bir renge girmişti onu göremedi. Kadın son bir cesaretini toplayıp “Ben güneş gözlüğünü getiririm ama abdestini almayı unutma” diye ilave etti. Çocukluğunda birkaç kez abdest almışlığı vardı ama uzun zaman olmuştu görüşmeyeli. Hele de ayakkabısını, çoraplarını çıkarıp ayağını yıkayacak olmak biraz garip geliyordu. “Neyse bugüne kadar hayatın birçok yerini “-mış” gibi yaşadık. Bugün de abdestliymişiz gibi yaparız. Ama güneş gözlüğü öyle değil. O olmazsa olmaz. Caminin bir kenarında beklerken güneş gözlüğü mutlaka olmalı. Böylece gözlüğün altında kendi hislerini gizlemeli insan. Herkes onun babasına çok üzüldüğünü düşünürken o servetin yeni sahibi oldum diye uçarı sevincini yaşayabilmeli…” diye geçirdi içinden.
“Ölenle ölünmüyor ki… Hayat devam ediyor. Dosta düşmana karşı dirençli olmak ve öyle görünmek lazım. Bizim sektör sendelemeyi kaldırmaz. Hemen düşürürler adamı” diye kendini teselli etti.
Bazı hayatlar güneş gözlüğünün ardından daha neşeli mi görülüyordu?
Henüz Yorum yok