MUHAMMED ŞAMİL GENÇOSMANOĞLU

-YENİ- YÂSÎN SAHİBİ OLMAK… KAVMİNİN KURTULUŞU İÇİN BEDEL ÖDEMEK…

YÂSÎN SAHİBİ OLMAK… KAVMİNİN KURTULUŞU İÇİN BEDEL ÖDEMEK…

Yâsîn Suresi’nde anlatılan Habib-i Neccar diye rivayet edilen, yani Marangoz Habib’in muhteşem bir hayatı var. Kur’an’ın kalbi diye Âlemlerin Efendisi’nin (s.a.v.) ifade ettiği bir sureye girecek hayatını önemli kılan ne? Yâsîn sahibi olmak ne demek?

Yâsîn suresinde anlatılan anlatılan Habib-i Neccar kıssası, yani marangoz Habib’in kıssası insanlık tarihinin en kadim meselesine - hakikat karşısındaki insanın duruşuna - ışık tutar. Surede anlatılan bu olay sadece tarihî bir vakıayı nakletmekle kalmaz, aynı zamanda her çağda ve günümüzde de devam  eden hak-batıl mücadelesinin evrensel kodlarını sunar.

Habib, hayatın içinde, işinde gücünde bir adamdır. Ama inanmış bir adam. Bununla ilgili Kur’an ve sünnette çok ayrıntı yok. Olayın zamanı da yeri de tam belli değil. Antakya’da ve İsa (a.s.)’dan sonra olduğu rivayetleri var. Kur’an’ın vermediği teferruatına lüzum görmediği şeyi bizim bilmemizin de çok fazla bir anlamı yok. Kur’an bizden olaya yoğunlaşmamızı istiyor; yer ve zamanla uğraşarak dikkatimizi dağıtmamamızı istiyor. Marangoz Habib'in Antakya sokaklarında koşuşturan figürü, sadece tarihî bir vakıa değil, insan-ı kâmil prototipinin evrensel bir tezahürüdür.

Olay nedir? (Çok özetle)

Bir beldeye iki tane elçi gelir, insanları hakka davet etmeye. Arkasından takviye olarak bir elçi daha gönderilir; daveti birlikte ve beraberce yapmak için. Bu elçileri o şehrin sakinleri reddederler ve onları öldüreceklerken, şehrin öbür ucundan bir adam koşarak gelir, olaya müdahil olur. Bu adam, o şehrin kenar mahallesinde yaşayan marangozlukla uğraşan Habib’tir. Yani Habib-i Neccar… Gelin bu hadiseyi, Yediveren Yayınları’ndan çıkan Kısa Tefsirli Kur’an-ı Kerim Meali’nden okuyalım:

(Derken, davetçilerle inkârcılar arasında bu mücâdele sürüp giderken, şehrin ta öte ucundan bir yiğit adam, başına gelecek her şeyi göze alarak koşa koşa oraya geldi: Nefes nefese, “Ey halkım!” diyordu, “Gelin bu Elçilere uyun!”

“Sizden herhangi bir dünyevî karşılık beklemeyen ve insanın yaratılış özelliklerine tam uygun dinleri ve sahip oldukları tertemiz ahlâkları ile dosdoğru yolu izleyen bu insanlara uyun da, dünyada ve âhirette kurtuluşa erin!”

Demek ki, Allah’ın dinini tebliğ edenler bu elçilerin sahip olduğu özellikleri taşımalıdırlar. Dâvetçinin sözleri ve davranışları ilâhî ölçülere uygun olmalı, hem de bu iş karşılığında herhangi bir dünyalık beklememelidir. Tarih boyunca, bu özellikleri taşımayan hiçbir dâvetçi başarıya ulaşamamıştır.

Evet, Elçileri desteklemek üzere canını dişine takıp koşarak gelen adam, sözüne devamla dedi ki:

“Dinleyin ey halkım! Beni yoktan var eden ve bana bunca nimetler bahşeden yüce Rabb’ime ne diye kulluk etmeyeyim ki? O’na kulluktan kaçınmaya ne hakkım var benim? Bundan daha büyük bir ahlaksızlık, daha büyük bir nankörlük olabilir mi? Unutmayın ki, hepiniz eninde sonunda O’na döndürülecek ve tüm yaptıklarınızın hesabını vereceksiniz!”

“Hiç olacak şey mi? Ben nasıl olur da, O’nun yanı sıra, hayatıma karışmaya yetkili başka ilâhlar edinirim? Peki, diyelim öyle yaptım, o zaman beni O’nun gazâbından kim kurtaracak? Sonsuz Merhamet Sahibi Allah bana bir sıkıntı vermek istese, onların sözde şefaati bana hiçbir şekilde fayda vermeyeceği gibi, onlar beni cehennem azâbından da kurtaramazlar!”

“İşte o takdirde ben, göz göre göre kendimi ateşe atmış, apaçık bir dalalete dalmışım demektir!”

“O hâlde, ey beni şimdi duyan ve kıyâmete kadar duyacak olanlar; ben sadece benim değil, bütün insanların ve bu arada özellikle sizin gerçek Sahibiniz, Efendiniz ve Rabb’iniz olan Allah’a iman ettim; gelin dinleyin beni! Siz de, hayatınıza karışmaya ve program yapmaya tam yetkili, kulu kölesi olacağınız Allah’a inanın ve bu imanın güvencesi altında, dünya ve âhirette huzur ve esenliğe ulaşın!”

Bu sözleri duyunca çılgına dönen zâlimler, o fedâkâr insanı oracıkta şehit ettiler. Böylece ona, “Şehitler için hazırlanmış olan şu cennete gir!” denildi. Fakat o hâlâ, halkının içler acısı durumunu düşünüyordu: “Keşke!” dedi, “Beni kanlara bulayarak işi bitireceğini zanneden halkım, şimdi ne durumda olduğumu bilseydi!”

“Rabb’imin, geçmişteki günahlarımı silip beni bağışladığını ve cennet bahçelerinden bir bahçe olan şu yüce makâmda, beni muhteşem nîmetlerle ödüllendirip seçkin kulları arasına katarak ikram edilenlerden kıldığını keşke görselerdi de, inâdı bırakıp Elçilere iman etselerdi! Hayatımdan ibret almadılar, bari ölümümden ibret alsalardı!”)(Yasin 20-27)

Burada Yasin sahibi olmak kısmını ilgilendiren Urve b. Mesud ve onun gösterdiği tavır. Urve b. Mesud es-Sekafî, Mekkelilerin “Bu Kur’ân, şu iki kentin büyüklerinden bir adama inmeli değil miydi?” dedikleri iki kültürlü kişiden biriydi. Bu kişilerden diğeri ise Mekkeli Velid b. Mugire idi.

Âlemlerin efendisi (s.a.v.) Mekke’nin fethinden sonra Taif’e yönelir, kuşatma sonuç vermeyince kuşatma kaldırılır. Taifliler de savunmalarını daha da güçlendirmek için kavimlerinin en seçkinlerinden, karizması, kabiliyeti, karakteri çok üstün olan Urve b. Mesud’u araştırma yapması, strateji ve taktik öğrenmesi için Taif dışına gönderirler. Bu esnada, bu çalışmalar esnasında yolda Urve’nin gönlüne İslam’ın nuru düşer. Araştırır, düşünür ve Medine’ye gelip Müslüman olur. Âlemlerin efendisi (s.a.v.) buna çok sevinir. 

Sakif kabilesinin aristokratıyken hidayete eren Urve, sosyal statüsünü hakikatin hizmetine vakfetmek ister. Urve, bu arayışın sonucunda bulduğu hakikati, İslam’ı kavmine tebliğ edebilmek için Fahir kâinat efendimiz (s.a.v.)’den izin ister. Urve’nin zarar göreceği endişesiyle âlemlerin efendisi izin vermek istemese de Urve’nin ısrarı üzerine ona izin verir. Sakif kabilesinin aristokratıyken hidayete eren Urve, sosyal statüsünü hakikatin hizmetine vakfetmek ister.  Urve Taif’e gelir, doğru evine gider. Taif’in ileri gelenleri şaşırırlar bu duruma. Çünkü dışarıdan gelenlerin önce putlara saygı ve tazimde bulunup sonra evlerine girmeleri âdetti. Bunu onun yorgunluğuna yorarlar. Fakat sabahleyin gerçekle yüzleşirler. Urve evinin çatısına çıkıp ezan okuyordur, kavmini hakikate, İslam’a davet ediyordur. Tabii ki bu durumu olağan karşılamadılar. Hak ve batıl mücadelesinde her davetçinin başına gelen, Urve’nin de başına geldi. Liderleri, gördükleri, çok sevdikleri, bir dediğini iki etmedikleri bu adama karşı geldiler. Şiddet kullandılar. Öldürmeye niyet ettiler. Çok ağır bir şekilde yaralandığını gören yakınları kan davasına karar verdiler. Ama Urve’nin başka bir amacı vardı: Kavminin kurtuluşu… Bu uğurda zaten ölümü göze almıştı. İşte bundan dolayı Urve, kendisi yüzünden halkının birbirinin kanına girmesine gönlü razı olmadı, kanını kavmine bağışladığını söyleyerek, kan davasından vazgeçeceklerine dair yakınlarından söz aldı. Çok geçmeden şehadet şerbetini içti.

Bu olayı duyan âlemlerin efendisi (s.a.v.) “Urve’nin hali, Yâsîn sahibinin haline benzer. Ümmetimden Yâsîn sahibi gibi birini bulunduran Allah’a hamdolsun!” der.

Bu ifadesiyle âlemlerin efendisi (s.a.v.), Yâsîn Suresi’nde anlatılan kıssanın kahramanı Marangoz Habib’in tutumunu, davranışını, mesajlarını kendi dönemine taşır ve Urve’nin durumunu ona benzeterek kıssayı evrenselleştirir.

Yasin Suresi’ndeki kıssayı incelediğimizde ve Urve’nin hayatına baktığımızda, her iki Yâsîn sahibi arasında büyük benzerlikler vardır:

 

İkisi de gerçek anlamda iman etmiş ve kavimlerine örnek olmuş, kavimlerine mal olmuş insanlardır.

İkisi de kavimlerine önderlik etmişler ve toplumlarının ileri gelenlerinden olmuşlardır.

Her ikisinin de derdi, kaygısı, amacı aynıdır: Kavminin hidayeti/iyiliği için koşturmak.

İkisi de insanlığın hayrı için, İslam adına varlıklarını ortaya koymuşlar ve bu uğurda can vermişlerdir.

Marangoz Habib’in de Urve b. Mesud’un da örnek hayatları olmuş ve tarihe geçmişler. Biz bugün onların bu hayatlarından örnekler almaya devam ediyoruz. Bu anlamda mesajları evrenselleşmiştir ve günümüzü de aydınlatmaya devam ediyor.

Kur’ân kıssalarını okurken bizim de yapmamız gereken budur: Kur’ân mesajlarını kendi hayatımıza indirgemek, sanki bize iniyormuşçasına Allah’ın ayetlerini okumak, o kıssalardaki evrensel mesajları hayata taşımak. İşin en doğrusunu ise Allah bilir.

Kur’an “koşarak gelen kişi” diyor. Demek ki isimler ön plana çıkmadan da kahraman olunabiliyormuş. Bugün Marangoz Habib’i herkes tanıyor ve hayatını ibretle okuyor, ders çıkarıyor ve hayatı ilham kaynağı oluyor.

“Ey halkım, ey kavmim” diyor Marangoz Habib. Şu ifadeye bakar mısınız? Bir sahiplenme, benimseme, toplumla iç içe olma, onların dertleriyle dertlenme… Bu ifadeler, o toplumu ne kadar düşündüğünü, kavmini ne kadar önemsediğini ve onları sahiplendiğini gösteriyor. Zaten bu ifade tarzı nebevî bir tarzdır. Habib-i Neccar'ın Antakya sokaklarında yankılanan "Ey kavmim!" çağrısı, aslında bütün peygamberlerin ortak dilidir.

Marangoz Habib, kavmini ikna edebilmek için azami gayret sarf ediyor. Yumuşak ve şefkat dolu bir dil kullanıyor; sert değil, tehdit dili yok. Karşılık beklemeden, yumuşak, seviyelerine uygun ve ikna edici bir söylem…

Kahramanımız Marangoz Habib, ortaya yaşanan bir din sergiliyor; sadece söylemde kalan değil. Kendinden örnekler veriyor, yani kendinden emin. “Sen de şu şu günahları işledin” diyen kimse yok. “Konuştuklarınla yaşamın birbirine uymuyor, sözüne mi bakalım davranışına mı?” diye itiraz eden kimse yok. Söylem ve eylem birliği var.

Marangoz Habib, davetçilerin hayatını kurtarmak için kendini ortaya atıyor ve tüm dikkatleri üzerine çekiyor. Çünkü tebliğin, davetin devam etmesi lazım. Önce inandığını söylüyor ve bunun bedelini ödemeye hazır olduğunu gösteriyor. Nihayet kavmi onu şehit ediyor. Onu şehit ederken de “Haydi bakalım, şu arzulayıp durduğun cennete gir” diyorlar. Ne kadar enteresan değil mi? Bugün katil İsrail askerleri de Gazze’li Müslümanlar için aynı cümleyi kullanıyorlar. Demek ki Hak-Batıl mücadelesi aynı şekilde devam ediyor.   Bugün Gazze'de İsrail askerlerinin "Haydi cennetine git!" alaylarına maruz kalan müminler, bu kadim mücadelenin çağdaş tezahürleridir. Mücadele aynı, karşı koyuş ve alacak cevaplar hep aynı. Biz biliyoruz ki bu mücadele kıyamete kadar sürecek. Allah’ın davası uğrunda şehit olanlar cennete, kâfirler cehenneme gidecek.

Marangoz Habib, son nefesine kadar davası için mücadele ediyor ve son nefesini verirken bile halkını düşünüyor, onların gerçeği bilmelerini arzu ediyor, Allah’a iman etmelerini istiyor. Müslüman adam  insanlık sevdalısı olmalıdır. Onun derdi, insanların kurtulması olmalıdır. O bilmeli ki, kendi eliyle bir kişinin gerçekle tanışması, dünya ve içindekilerden daha hayırlıdır. Bu nedenle Müslüman, toplumdan tepki, işkence, eziyet görse bile topluma kin duymamalı, intikam peşinde koşmamalıdır. Yılmadan, bıkmadan, usanmadan mücadelesine devam ettirmelidir.

Yâsîn sahibi olmak, hakikatin taşıyıcılığını üstlenmek demektir. Bu yükümlülük, bireyi kavminin, halkının,kurtuluşu için adeta bir kefaret ödeyicisi konumuna yükseltir. Tarih, bu fedakârlığı gösterenlerin izleriyle doludur. Mesele, bu izleri takip ederek kendi çağımızın Habib-i Neccarları olabilmektir. Mesele yolda olmaktır. Bizden zafer istenmiyor, sadece sefer de olmamız isteniyor. Ne mutlu seferde olanlara…

Henüz Yorum yok

İlk yorumu siz yazın.

Yorum Bırakın

E-Mail adresiniz yayınlanmaz.







Yazarın Diğer Makaleleri