-
Bu yazarın başka makalesi yoktur.
Taha KILINÇ
Kudus'ü Adımlarken...
Romalı komutan Titus’un M.S. 70’te Kudüs’ü ve Beyt-i Makdis’i tamamen istila ederek altını üstüne getirmesinden hemen önceki yıllarda, bugünkü Filistin topraklarında Yahudilerle Romalılar arasındaki çatışmalar zirveye tırmanmıştı. Aksiyonun reaksiyon doğuracağı kuralının tabii bir neticesi olarak, Romalılar kaba kuvvette ısrar ettikçe, Yahudiler içinde de bazı organize gruplar ortaya çıkarak işgale kendi yöntemleriyle direnmeye çalışıyordu. Bunlardan biri “Sikariyim” denilen bir gruptu ki, elbiselerinin altında taşıdıkları küçük kama ve hançerlerle -isimleri de zaten buradan geliyordu- Romalı askerlere, Roma taraftarı yerli elitlere ve işgali desteklediğini düşündükleri herkese yönelik saldırılar düzenliyordu. Sikariyim mensuplarının yöntemi, hedeflerini genellikle kalabalıkların içinde ve gündüz vakti bıçaklamak, sonrasında ise meydana gelen kargaşa atmosferinden yararlanarak izlerini kaybettirmekti.
6 Mart Pazar sabahı saat 04.20 civarında, Kudüs surlarının tarihî kapılarından Bâbu’s-Sâhire’yi geçerek sabah namazı için Mescid-i Aksâ’ya doğru yürümeye başlamıştık. Hristiyanların Hz. İsa’nın haçı sırtına yüklenerek yürüdüğüne inandıkları Via Dolorosa’ya (Acılar Yolu) kavuştuğumuz sırada, üst üste mermi sesleri karanlığın içinde yankılandı. Az sonra artık girişine yaklaştığımız Aksâ’nın Hıtta Kapısı’nın önünde İsrail askerlerinin toplandığını gördük. Saniyeler içinde askerlerin sayısı hızla arttı, derken bir ambulans geldi, namaz için Aksâ’ya girmeye çalışan Filistinlilerle askerlerin tartışmaları da bu sahneye eklendi. İleride, kapının girişinde, yerde genç bir çocuk yatıyordu. İşgal askerlerine bıçak çektiği için, oracıkta vurularak öldürülen bir çocuk… Aynı anda Aksâ’nın bütün kapıları dışarıdan gelenlere kapatıldığı için, namazımızı Bâbu’n-Nâzır önünde, yaşlıca bir Kudüslünün imametinde eda ettik.
Namazdan sonra Şam Kapısı’na doğru yürürken, aklımda Romalı işgalcilere karşı Kudüs sokaklarında bıçaklı eylemlerle direnmeye çalışan Sikariyim fedaileri vardı. “Acaba bu çarpıcı karşılaştırmayı, Yahudi tarihçiler ve siyasetçiler de yapıyor mudur?” diye düşünerek…
Yine Roma döneminden kalma başka bir karşılaştırma, 4 Mart Cuma sabahı, Kudüs surlarının doğu yamaçlarını adımlarken de aklımdaydı:
Zeytindağı’nın kuzey yönündeki uzantısı, Yahudiler tarafından “Har HaTsofim” olarak bilinir. Araplar buraya “Cebel el Meşârif", Batılılar da “Mount Scopus” derler. Dağın bütün dillerdeki anlamı “izlemek” ve “izleyiciler” kelimelerini içeren çağrışımlara sahiptir. Hikâyesine de uygundur bu: Filistin topraklarında Yahudiler üzerindeki baskıyı yoğunlaştıran Romalılar, onları Kudüs Eski Şehir’den uzak tutmak için ellerinden geleni yapıyordu. Sonradan Bizans’ın da zaman zaman devam ettirdiği bu baskı ve kovuşturmalar sırasında, Yahudilere, -sadece dinî bayramlarında- Cebel el Meşârif’ten Kudüs’ü seyretme hakkı tanınıyordu. Sıklıkla engeller çıkarılarak ve yaş sınırı getirilerek üstelik.
Vaktiyle kendilerine böylesine ağır yasaklar uygulanan bir milletin, şimdi aynı döngüyü Kudüs’te işgal altında tuttukları Filistinlilere tatbik ediyor olması, üzerinde uzun uzun düşünülecek bir ibrettir doğrusu. Acaba Yahudi tarihçiler ve siyasetçiler içinde, Kudüs’teki mekânları bu nokta-i nazardan ele alan var mıdır? Kudüs’te her şey konuşuyor çünkü. Her tepe, her sokak, her taş…
Pandeminin dayattığı olağanüstü şartlar nedeniyle iki yıla yakın uzak kaldığım Kudüs’ü oldukça tenha ve sakin buldum. Şehrin ziyaretçilerden mahrum kalmasının, özellikle Müslüman esnaf üzerindeki tesirleri yıkıcı olmuş. Hal-i hazırda işgalin ağır şartlarıyla mücadele etmeye çalışan Filistinlilerin, dışarıdan gelecek ziyaretçilere hem ekonomik hem de psikolojik açıdan ihtiyaçları var. Seyahati birlikte gerçekleştirdiğimiz arkadaş grubuna, bu noktayı her vesileyle tekrar tekrar hatırlattım. Kudüs seyahatlerimizin amacı sadece Aksâ’nın saflarını doldurmak değil, aynı zamanda Kudüslü Müslümanları da maddî açıdan karınca-kararınca desteklemek olmalı. Onların orada tuttuğu nöbet, ancak “güçlü” kalmalarıyla mümkün zira.
Mescid-i Aksâ ise her zamanki gibi ihtişamlı, sekînet dolu ve mağrurdu. Dünyanın farklı yerlerinden gelen ziyaretçilerini bağrına basarken, gurbetteki yavrularına uzun yıllar sonra kavuşmuş müşfik bir anne gibiydi. Onların yokluğunda çektiği acıları hiç sezdirmeyen, kavuşmanın mutluluğuna gölge düşmesin diye hiçbir tatsızlığı dile getirmeyen, mütebessim ve mütevekkil bir anne gibi…
Henüz Yorum yok